Kartacalıların Çocuk Kurban Etme Geleneği

Yunan yazarlarından kalma metinlerde, Kartacalıların, yani Batı'da yerleşmiş Fenikelilerin çocukları kurban ettikleri anlatılır. İsa'dan önce l, yüzyılda yaşamış olan Sicilyalı Diodoros, Siracusa kralı Agathokles'in İsa'dan önce 310 yılında Kartaca'ya karşı başlattığı bir akın sırasında kentin surlarına kadar gelip dayanması üzerine, Kartacalıların, tanrıların öfkesini yatıştırmak amacıyla, kentin en ünlü ailelerinden seçilmiş iki yüz çocuğu kurban etme kararı aldıklarını yazar. Öbür yurttaşlar da öz çocuklarını kendi istekleriyle tanrılara sunarlar ve böylece üç yüz kadar çocuk kurban edilir. Bu kurban etme geleneğini nefret ve tiksintiyle karşılayan Yunanlılarla Romalılar, İsa'dan önce 146 yılında Kartaca'nm yerle bir edilmesinden sonra bu kurban törenlerini yasakladılar. İbrani peygamberleri de, kendi açılarından, Kenanlılar da, yani Fenikeliler de bu tür kurban törenlerini lânetlemişlerdir. İbraniler bile belli bir dönemde, kurbanları diri diri ateşe atarak, bu kurban yakma törenlerini uyguluyorlardı. Gustave Flaubert, ünlü romanı "Salammbo"da, Moloch adında bir tanrıya adanan bu kurban törenlerini anlatır. Arkeoloji ile filoloji, çeşitli kaynaklardaki değişik yorumlardan doğan sorunları açıklığa kavuşturabilmek için el ele verdiler. Gerçekten de bazı yazarlar, eski Yunan ve Latin yazarlarının anlatılarını kuşkuyla karşılıyor ve bu yazarların, eski düşmanları olan Kartacalılara iftira ettiklerini savunuyorlardı. 1921'de, Kartaca mezarlığında yapılan kazılar sırasında, yanarak kül olmuş çocuk iskeletleri bulundu. Bu kalıntılar üç rnetre yüksekliğinde bir tepe oluşturduğuna göre, binlerce insan kurban edilmiş demekti. Zaten bu mezarlığa da İbranice'de "kurban yakma yeri" anlamına gelen "tofet" adını vermişlerdi. Tofetteki dikilitaşlardan birinin üzerine, kucağında çocuk taşıyan bir rahip tasvirinin işlenmiş olması, bu konuda en ufak bir kuşkuya yer bırakmıyor. Öte yandan. Kartaca dininin, Ugarit ve öbür Eskiçağ dinleriyle karşılaştırılarak incelenmesi de bu kurban törenlerinin açıklanabilmesini sağladı. Fenikeliler, eskiyen kentleri, hattâ yaşlanan tanrıları kurbanların kanıyla canlandırıp gençleştireceklerine inanıyorlar, bu amaçla kurban edilen insanlar da kutsal bir nitelik kazanıyordu. Bu kurbanlar, kentin koruyucu tanrısı Baal Hammon ile tanrıça Tanit'e sunulurdu. Uzun zaman, bütün bu kurban törenlerinin Moloch (Molok) adında bir tanrıya adandığı, Moloch adının ise "hükümdar" anlamına gelen samî dilindeki "melik" sözcüğünün değişmiş bir biçimi olduğu düşünülmüştü. Oysa bugün "molk-sözcüğünün bir tanrıyı değil, kurbanı bütünüyle ateşte yakmağa dayanan bu kurban yakma törenini ifade ettiğini biliyoruz.


Bu Ugarit'li kuyumcu da bütün meslektaşları gibi küçücük dükkânının önünde çalışıyor. Altın ayin kabını önüne koymuş, kazı kalemiyle ince ince işliyor eserini.

Olanca Görkemiyle Toprak Altında Yatan Bir Site

Gerçekten de, bulunan çanak çömlekler hep Mykenai ve Kıbrıs işçiliğiydi! Louvre Müzesinin müdürü, üyesi olduğu Yazıtlar ve Edebiyatlar Akademisi'ne başvurup, o bölgede kazılara başlamak üzere hemen birkazı heyeti kurulmasını istedi. 1929'da başlatılan çalışmaların başına da, o zamanlar Strasbourg Arkeoloji Müzesinin müdürü olan profesör C. F. Schaeffer getirildi. Kazı heyeti, son derece Özenle yapılmış ve bir giriş merdiveni eklenmiş, dikdörtgen biçiminde, hep aynı tipten pek çok mezar ortaya çıkardı. Kazdıkları yerin l 200 metre ötesinde, Eskiçağ kentinin akropolisi olduğunu sandıkları yapay bir tepe yükseliyordu;' Minât el-Beyza yerleşmesi de bu eski kentin limanıydı herhalde. Bu tepeyi kazmak arkeologlar için çok çekiciydi tabiî. Heyetin başkanı daha ilk kazı döneminde bu tepenin kazılmasına karar verdi ve şansları da yüzlerine güldüğü için, arkeologlar hemen kazıların başında çivi yazısıyla yazılmış kil tabletler buldular. Bu yazıların incelenmesini üstlerine alan uzmanlar, Mezopotamya çivi yazısından esinlenmiş bu yazı türündeki işaretlerin asında Mezopotamya yazısından çok değişik olduğunu farketmekte gecikmediler. Bütün bu şekiller, dünyanın en eski alfabelerinden birini oluşturuyordu; otuz kadar işaretten meydana gelmiş böyle bir alfabeye sahip olan bu dili çözmek de uzmanlara düşüyordu tabii. Konuyla ilgilenen filologlar, bulmacanın anahtarını şaşılacak kadar kısa bir zamanda buldular. Bir yıllık bir çalışmadan sonra, Ibraniceye benzeyen bu dili çözmeyi başarmışlardı. Dilciler bu Sami lehçesini -aslında eski bir Fenike lehçesi demek daha doğru olur- "Ugarit dili" diye adlandırdırdılar; çünkü, kil tabletlerin çevirisi yapıldıktan sonra, Ras Samra tümülüsü altında gömülü olan kentin, Mısır metinlerinde sık sık adı geçen fakat o güne dek kesin yeri bilinmeyen ünlü Ugarit kenti olduğu hemen anlaşılmıştı. Bu metinler, Milattan onüç-ondört yüzyıl önceki Ugarit krallığının yalnızca tarihi, yönetim şekli ve ekonomisiyle ilgili olayları değil, eski Fenikelilerin büyük efsanelerini ve dinsel inançlarını da öğrenmemizi sağladı; oysa eski Yunan yazarlarının bu konuda bize aktardıkları, efsanelerle gerçeğin dışına saptırılmış birtakım bilgilerden öteye gidemiyordu. Yöredeki kazılar, övülmeğe değer bir sabır ve tamamıyle bilimsel bir yöntemle otuz yıldan çok sürdürüldü. Sonunda, surları, gizli kale kapıları, rahat ve gösterişli konutları, çer şitli eşyalar ve küçük sanat eserleriyle dolu mezarları, Baal ve Dagan adına kurulmuş iki büyük tapınağıyle Tunç devrinin bu ticaret kenti bütünüyle toprak üstüne çıkarıldı. Tamamıyle taştan yapılmış, son derece gösterişli kral sarayı, dokuz avlunun çevresine yerleştirilmiş doksan salondan oluşuyordu. Bu saray, Yakındoğu'nun en ilginç ve karmaşık mimari örneklerinden biridir. Ugarit bu zenginliğini coğrafi konumuna borçluydu. Zaman zaman Mısır ya da Hitit etkisinde kalan kent, Mezopotamya, Anadolu ve Filistin (buradan da Mısır'a açılabiliyordu) karayollarının kavşağında ve Kıbrıs ile Ege kıyılarına ulaşan deniz yollarının hemen ağzında kurulmuştu. Girit'in ve Mykenai dönemi Yunanistan'ının denizci halkları, hem Mısır ile hem de Suriye-Filistin kıyı seridiyle ticarî ilişkilerinde bir ransit limanı olarak kullanmak üzere Ugarit'te bir ticaret acentası kurmuşlardı. Bu nedenle, Doğu ve Batı dünyasının bütün zenginlikleri bu ticaret merkezine akıyordu.