Truva ve Mykenai Hazineleri

Atina Akropolisi

Schliemann'ın çocukluk kitabında resimlerini gördüğü kalın surlar, Truva akropolisinin surlarıydı. Akropolis, krallık sarayını savunmak amacıyla kenti kuşbakışı gören bir tepenin üstünde kurulmuş yüksek kalelere denirdi. Klasik Yunan devrinde akropolisler tanrıların barınağı haline geldi, yani akropolislerin içinde kentin koruyucu tanrıları adına tapınaklar kuruldu. Atina akropolisi bilinen bütün akropolisler içinde en ünlüsüdür ve Perikles devri (Milattan önce V. yüzyıl) sanatçılarının ustalığını ortaya koyan zarif tapınaklanyle sanat tarihinin üstün yapıtlarından biri sayılır. Ne var ki, bugün turistlerin hayranlıkla seyrettikleri anıtlardan çoğu geçen yüzyılda onarılmıştır. Üstlerine üçgen alınlıklar oturtulmuş o narin sütunlar ise zamana göğüs gerebilmiş ender yapılardan biridir. Osmanlılar, Yunanistan'a hâkim olduktan sonra, pek çok tarihi yapı gibi. Atina Akropolisini de korumayı bildiler. Fakat Türklere karşı düşmanca bir tutum izleyen Venedik Cumhuriyeti, onların Yunanistan'daki egemenliğine son vermek için fırsat kolluyordu. Nitekim 1687'de Türklerle Venedik arasında savaş patlayınca, Venedik Mora'ya (Peloponnesos) doğru bir filo gönderdi. Morosini adında Venedikli bir soylunun ve isveçli bir paralı askerin, Königsmark kontunun kumandasındaki filo Atina önlerine yöneldi. Türk garnizonu Akropolis'in içinde mevzilenmiş ve bütün cephanesini Parthenon'a - Athena tapınağı - yığmıştı. Pire limanında karaya çıkan Venedik ordusu kenti ele geçirirken, Königsmark da geminin toplarını Parthenon üzerine çevirmelerini emretti: çünkü cephaneliğin orada olduğunu biliyordu. Bir tek mermi cephaneliği havaya uçurmaya yetti; tapınak ikiye bölündü, duvarlar, sütunlar, sütun başlıkları ve alınlıklar dört bir yana dağıldı. İşte Eskiçağdan insanlık tarihine miras kalmış en güzel ve en sağlam tapınak Atina'yı Türklerden geri almak uğruna böyle parçalandı.

Eski Bir Uygarlığın Peşinde Bir Meraklı

Bundan yüzyıl önce, Çanakkale boğazının hemen yanındaki küçük Hisarlık tepesinin adını, yurdumuzun bu bölgesinde yaşayanlardan başka kimse duymamıştı. 1873 mayısının sıcak bir gününde yüz kadar işçi, Hisarlık adım bütün dünyaya tanıtacak olan adamın yönetiminde bu küçük tepede çalışıyorlardı. Bu adam, Heinrich Schliemann adında bir Almandı: daha sekiz yaşındayken aklına koyduğu bir tasarıyı gerçekleştirmek üzere işe başladığında aşağı yukarı elli yaşlarındaydı. Neubukow kasabasının papazı olan babası, sekiz yaşındayken ona tarih kitabı armağan etmişti; kitaptaki resimlerden biri, Homeros'un bizlere aktardığı efsaneye göre Milattan on iki yüzyıl önce Yunanlılar tarafından ele geçirilen Truva kentini alevler içinde yanarken gösteriyordu. Resimdeki kalın sur duvarlarını uzun uzun seyreden çocuk, böylesine sağlam duvarlar bütünüyle yıkılıp gidemez, dedi babasına; oysa tarih kitabında, bu eski kentten hiçbir iz kalmadığı yazılıydı! Büyüdüğü zaman kentin yerini bulmayı işte o gün aklına koydu. Heinrich, erken gelişen yetenek ve zekâsıyle dokuz yaşında Latinceyi öğrendi; iki yıl sonra, Truva savaşının öyküsünü Latince yazabilecek kadar iyi biliyordu bu dili. On dört yaşındayken ailesi onu bir bakkal dükkânına yerleştirdi; çok küçük bir ücret karşılığı sabahın beşinden akşamın on birine kadar çalışıyordu. Bu hayata beş yıl dayandı Heinrich, sonra bir gemiye muço olarak yazılıp denize açıldı. Şansa bakın ki, gemisi Hollanda kıyıları açıklarında batmış, genç adam hiç tanımadığı yabancı bir kentte, Amsterdam'da beş parasız kalmıştı. Truva'nın hayali çok uzaktaydı artık! Fakat Schliemann'ın öyküsü, enerji, sabır ve kararında direnişin romanıdır. Ağaç ticareti yapan bir şirkete girip, yazışmaları postalamakla görevlendirilen Heinrich, önce İngilizce ve Fransızca, sonra da Rusça öğrendi; tek başına çalışıyor, çıkardığı sözcüklerin listesini bıkıp usanmadan ezberliyordu. Rusça bilmesi işe yaramıştı: ticaret komisyonculuğu yapmak üzere patronları tarafından Rusya'ya gönderildi. Orada, eski tecrübelerine dayanarak çivit ağacı ticaretine atılıp kendi adına bir iş kurdu. Canla başla çalışması, biraz şansı, en çok da sağduyusu yardımıyle kısa sürede zengin oldu. Yirmi yıl içinde büyük bir servet yapmıştı. Onun yerinde herhangi birisi olsa, servetini arttırmak ve işini büyültmekten başka bir şey istemezdi. Ama Schliemann, herhangi birisi değildi. Bütün bunları, yalnız ve yalnız çocukluk hayalini gerçekleştirmek amacıyle yapmıştı. İş hayatında karşılaştığı binbir dert arasında, gerek mesleği, gerek zevki için başka dilleri okuyup öğrenmeye de zaman ayırdı: Lehçeyi (ya da Polcayı), İsveççeyi, İtalyancayı, özellikle eski ve yeni Yunancayı öğrendi. Bir seferinde bütün dünyanın çevresini dolaşmak, bir başka seferinde Mısır'ı ve Yakındoğu'yu gezip Arapça öğrenmek üzere pek çok yolculuk yaptıktan sonra, artık düşünü gerçekleştirmeye hazır olduğuna inandı. Kurduğu ticaretevini tamamıyle kapatıp Yunanistan'a gitti; sonradan bütün çalışmalarına katılacak olan Sophia Engastromenos adında Atinalı bir genç kızla evlendi. 1870'te Troas'a (Anadolu'da, Truva kalıntılarının bulunduğu yerin eski adı) geldi. Bir kaç araştırmadan sonra, Hisarlık tepesinde karar kıldı: Homeros'un Truva'sı olsa olsa burada olurdu. Türk hükümetinden izin alıp hemen kazılara başlayan Schliemann, o bitmez tükenmez enerjisini bir kez daha kanıtlamak zorundaydı.

Agamemnon'un olduğu söylenen bu altın maske Mykenai'deki mezarlıklar bölgesinde bulundu.