Bir Kentin Ölümü

Güneş yükseldi; ama sokaklar hâlâ gürültücü bir kalabalıkla dolu. Adım başında, yere, hasırlar üzerine yaydıkları mallarını satan seyyar satıcılara çarpıyorlar. Bu mallar arasında, pişmiş topraktan yapılmış ve çoğu, nehir kıyısının bitkilerini canlandıran geometrik resimlerle bezenmiş, uzun şekilli kap kacak; kil, bakır ya da ağaçtan heykelcikler; sepetler, hasır eşyalar; kenevir veya pamuklu dokumalar yer alıyor. Enkita, Mezopotamya'da bilinmeyen bu bitki elyafından daha önce bir miktar satın almıştı. Bir başka yerde, bakırdan süs eşyaları ve özellikle, zarif hanımların sol kollarına, bilekten omuza kadar takınmaktan hoşlandıkları madenî bilezikler ve ağır kolyeler sergileniyor. Erkekler kısa ya da uzun bir peş-temal takıyor; kadınlar ise, kalın tokalı geniş bir kemerle bellerinin üstüne tutturulmuş kısa bir etek giyiyor, göğüslerini de bellerine kadar inen dizi dizi kolyelerle örtüyorlar. Çok defa kendilerinden büyük yükler altında ezilen eşekler, ağır ağır ilerliyor, îki öküzün çektiği, büyük ve yekpare tekerlekli, dingilleri gıcırdayan bir kağnı, sokağı tıkıyor. Bütün bu insanların çiğnediği topraktan, zaman zaman öylesine yoğun bir toz kalkıyor ki, gelip geçenler korunmak için elleriyle yüzünü kapatıyor ve mümkün olduğu kadar çabuk uzaklaşmak için acele ediyorlar. Sokağın dönemecinde, küfelerle yüklü bir eşeğe çarpıyorlar. Hayvan kımıldanmadan yerinde dururken, sahibi, bir kanalın üstündeki taşı kaldırarak, orada birikmiş çöpleri bir sopa yardımıyle alıp küfelere boşaltıyor.

Dostlarımız, surlarla çevrili kaleye doğru yollarına devam ediyorlar. Geniş bir kapıdan geçerek surların içine giriyor ve tapınakların bulunduğu yere kadar çıkıyorlar. Orada Enkita, büyük rahibi selâmlamak ve kendisine Ur'dan özel olarak getirdiği hediyeyi sunmak istiyor. Rahibi büyük bir havuzun kenarında buluyorlar; inananlar, âyin gereği yıkanmak üzere, tuğla merdivenlerden oraya iniyorlar. Rahip, iyice kısılmış gözleriyle, asık yüzlü bir adam. Çenesini ve yanaklarını özenle kesilmiş kısa bir sakal örtüyor; ama, üst dudağı tıraş edilmiş. Gövdesini, dizlerine kadar inen ve bir omzundan bağlı, diğer omzunu açıkta bırakan, üzerine yonca yaprağı şekilleri işlenmiş bir giysi sarıyor. Rahip, Enkita'nın hediyesini kabul edip kendisine iyi bir dönüş yolculuğu diliyor. Bu görevi yerine getirdikten sonra, Enkita yine ev sahibiyle birlikte limana iniyor.

İki küçük direği olan gemi, şehrin eteğinde akan nehrin üzerinde sallanıyor. Enkita, dostunun anlattıklarından bu ırmağın kent için bir nimet, fakat aynı zamanda bir felaket olduğunu biliyor. Zira, seviyesi yavaş yavaş ve durmadan yükselen su, bir zaman sonra sokakları ve evlerin zemin katını basıyor. O zaman toprak getirmek ve evleri daima biraz yüksekte, yeniden yapmak gerekiyor. Bu büyük sakınca, pek çok kentlinin neden uzaklara, başka şehirlere gittiğini ve sanat ile tekniklerinin sırrını beraberlerinde oralara götürdüklerini açıklıyor.

İki tüccar, şehrin büyük ambarlarının yanına vardılar. Bir iskele üzerinde, iki hamal, ağır çuvalları alttaki rıhtıma indiriyor. Rıhtımdaki adamlar da bu çuvalları alıp gemiye yüklüyorlar. Enkita'nın gemisi hazır. Nihayet Enkita, kendisini ağırlayan dostunu selâmlayıp gemiye çıkıyor; palamarlar laçka ediliyor. Akıntı gemiyi sürüklüyor. Kıçta, dümen küreklerini tutan iki tayfanın gemiyi nehrin ortasına doğru yöneltmeleri yetiyor. Rıhtımlar, arkasından şehrin duvarları, uzaklarda silikleşiyor ve bir süre sonra Enkita, artık, koca nehrin alçak ve çamurlu kıyılarından başka bir şey göremez oluyor.


Batıdan gelen barbarlar, Indus'un büyük şehirlerini yağmaladılar. Burada onları, o eski kentlerden birini ateşe verirken görüyoruz. Kimdi bu talancılar? Yakınlarda oturan basit dağlılar mı? Yoksa Hindistan'a ilk atı sokacak olan Hint-Ari sürüleri mi? Eski Veda metinleri, Hint şehirlerinin Batı Asya'dan gelen Ariler tarafından yağma edildiğini bildiriyor.

Bir Kentin Ölümü

Enkita, kendisini misafir eden dostunu bir daha hiç göremeyeceğini bilmiyor. O, yola çıktıktan az sonra, batıdaki dağlardan inen barbarlar, aşağı şehri basıp yağma ettiler. Çılgına dönen halk, can derdine düştü. Kimileri mahzenlere, evlerin damına saklanıyor, kimileri kargaşadan ve vahşi sürüsünün koşturduğu atların kaldırdığı toz bulutundan yararlanıp kaçmağa çalışıyor. Ama bunu herkes başaramıyor. Şurada bir fildişi yontucusu, ailesi ve işçileri, tam evi terkedecekleri sırada, çevrelerini kuşatan barbarların baskınına uğradılar. Dış duvarlar yıkılmağa başladı bile. Evdekiler, silâh olarak kullanabilecekleri birkaç fildişi ellerinde, yıkık duvarların üstünden atladılar. Ama, düşmanlar onları sarıyor ve baltalarıyle ya da bronz uçlu mızraklarıyle öldürüyorlar. Galipler, zafer çığlıkları atarak uzaklaşıyor. Öfkeden gözleri dönmüş bir halde, kaçanların peşine düşüyor ve onları acımadan, cansız yere seriyorlar. Derken, bir aralıkta, tuzağa düşmüş bir hayvan gibi koşan bir küçük kızla arşılaşıyorlar. Kızcağız, bitkin bir halde, dizlerinin üstüne düşüyor; barbarlar onu tuttukları gibi, başını uçuruyorlar. Nihayet, yağmacılar uzaklaşıyor, ve şehrin üstüne, bir ölüm sessizliği çöküyor.

...ve Dirilişi

Aradan otuz yüzyıla yakın bir zaman geçti ve yakındaki çöllerin kumları, kentin yıkıntıları üzerine yığıldı. Buddha rahipleri, eski bir kaleden meydana gelen tepeye bir tapınak (bir"stupa") inşa ettiler. Şehir, Mohenco-Daro adiyle tanındı. Böylece yeraltına gömülen kentin eski sakinleri, buna benzer, fakat çok daha küçük başka kentlerle sıkı ilişkiler kurmuşlardı. Ancak, bu kentlerden bir teki, onunla bir tutulabilirdi: şimdiki Pakistan'ın kuzeyinde, İndus'un bir kolu üzerinde kurulmuş olan bu kent, hâlâ, modern Harappa bölgesinin altında gömülüdür. 1856'da, İngilizler, İndus vadisinin kuzeyini güneyine bağlayan bir demiryolu inşa ediyorlardı. Hattın balast kısmını yapmak için malzemeye ihtiyacı 'olan bir mühendis, büyük bir safiyetle, Harappa yakınındaki ulu bir tümseğin tuğlalarından yararlanmaya karar verdi. Zamanın yıkımıyle son bulan bu çalışma sırasında, ufak tefek nesneler topladı. Daha sonra, Hindistan'daki arkeolojik servislerin müdürü general Alexandre Cunningham, bu nesneleri ondan geri aldı. Cunningham, bu keşfin önemini sezmekle birlikte, başka araştırmalarla pek meşgul olduğundan, kazılara girişmeye vakit bulamadı. Bir İngiliz arkeologunun, John Marshall'ın bu garip nesnelerle ilgilenmesi ve Harappa bölgesine bir araştırma gezisi düzenlemesi için, 1921 yılını beklemek gerekti. Ertesi yıl, Mohenco-Daro tepesinde dikili Buddha tapmağını inceleyen bir Hintli arkeolog, R.D. Banerci, antik bölgede kazı yapmaya karar verdi. Bu tarihten başlamak üzere, araştırmalar aralıksız devam etti ve elli yılda, İngiliz, Hintli ve Pakistanlı arkeologlar, üç bin yıl önce İndus kıyılarında parlayan o unutulmuş uygarlığı yeniden canlandırdılar. Kazıcılar, Mohenco-Daro'da, kentin birdenbire duran hayatını ve son katliam kurbanlarının vücutlarını, içleri sızlayarak keşfettiler.