Tufan

Arkeoloji, Tufanın İzlerini Buldu Mu?

Kötü yola sapmış insanları cezalandırmak için Tanrı tarafından emredildiğine inanılan tufan olayının hikâyesini hepimiz biliriz. Geçen yüzyılın ortasında, çivi yazısının çözümü, Babil efsanelerini tanımak olanağını sağladı. Mezopotamya'da da, insanlığı yok eden tufana benzer bir olayın hikâyesi vardı. Bu tufandan, tanrıların sevdiği bir tek insan - Babil'in Nuh'u Utanapiştim- yaptığı büyük bir kayığa binerek kurtulabilmişti. Birçok bilgin, "Gılgamış Destanında yer alan bu "tufan yazıtı"nın İncil'deki tufana örnek olduğu düşüncesinde birleşiyor. Oysa, Babil tufanı, Leonard Wooley'in Ur kazıları sırasında yaptığı ilginç bir keşfe gelinceye kadar, efsaneler dünyasına hapsolup kalmıştı. Wooley, mezarlığı derinliğine kazarken, (geçmişi IV. binyılın sonuna kadar dayanan) tarihöncesi düzeylerinden geçti ve verimsiz bir balçık tabakasına ulaştı. Bunun üzerine, çalışmalarını büyük bir merakla sürdürdü ve o kil tabakasının altında, yeni bir arkeolojik düzeyin bulunduğunu hayretle gördü. Sular çekilip kil tabakasını bıraktıktan sonra, orada, yeni bir yerleşme yeri kurulmuştu. Orada Wooley, Tufan'ın gerçekten vuku bulduğunu da kanıtlarıyla gördü. Ancak, ortada bazı sorular kalmıştı: efsane, büyük yağmurlardan söz ediyordu; buna karşılık uzmanlar, Ur'daki tufanın daha çok Fırat'ın âfet halini alan taşkınlarından ileri geldiğini sanıyorlardı. En akla uygun yol her iki açıklamayı da benimsemek olamaz mı? Sel gibi yağmurlardan, korkunç taşkınlar doğmuştu.


Fırat kıyısında, inşaatçılar, şantiye halindeki şehri "koruyan surların ardında, büyük Ur zigguratını yapıyorlar. Beri yakada, işçiler, su ve samanla iyice karışması için balçığı çiğniyorlar; kerpiççi bu karışımı kalıplara döktükten sonra güneşte kurumaya bırakıyor. Ve nehrin üzerinde, hayat devam ediyor: yuvarlak kelekler ve sallar, akıntı aşağı iniyorlar; mavnaları da yedekçiler,bir kâtibin gözetimi altında, kıyıdan yedekte çekiyorlar.

Bir Kazının Sürprizleri

Adı önce Şub-ad şeklinde okunmuş olan kraliçe Puabi'nin kabri, hâlâ korunan iki yüz yetmiş eşyasıyle en zengin mezarlardan biri olarak görünüyor. Özellikle krallara ait öbür mezarlar, Sümerlerden bu yana yağma edilmeseydiler, daha zengin yapıtlar bırakabileceklerdi. Cenaze törenlerinde kurban edilenlerin sayısı, bu ihtişamın bir delilidir. Nitekim Ur kralı Akalamdug'un mezarında 50, bir başkasında ise 58 iskelet sayılmıştır (bu ikinci mezarda, düve başlı çok güzel bir de lir ele geçirilmiştir). "Büyük ölüm çukuru" adı verilen bir diğer mezarda, 64'ü kadın olmak üzere 74 ceset bulunmuştu.

Puabi'nin mezarı ayrıca, yeni türden bir sürpriz de saklıyordu. Kraliçenin elbiselerini barındıran ve ceset mezara indirilmeden önce oraya yerleştirilmiş olan sandık kaldırılınca, arkeologlar onun bir deliği sakladığını gördüler. Bu delikten, hiç kuşkusuz, kraliçenin kocasının, kralın mezarına gidiliyordu. Ve, bu mezar yağmalanmıştı! Bunun akla yatan tek izahı vardı: işçiler, mezarı kazarken, istemeden, komşu mezarın tavanını delmişlerdi. Alacakaranlıkta altın parıltısını görünce dayanamadılar. Şüphesiz gece karanlığından yararlanarak, kralın mezarına girdiler ve hazinelerini boşalttılar. Sonra çukuru, kralın mezarına inecek kimselerin gözünden saklamak için, üzerine sandığı koydular.

Bu olay, bir kral mezarlığını yağmalamanın en eski örneğidir, ama, sonuncusu değildir. İşte, birkaç yüzyıldan beri, bu yerde gömülü duran, bir Ur kraliçesinin kullandığı ve kendi elleriyle (bin-yıllardan bu yana toz toprak olmuş ellerle) dokunduğu bu hazineler, bugün, British Museum'da bulunuyor. Ve bu da, arkeolojinin mucizesiyle oluyor!